ATATÜRK'ü Özleyiş 2 (Ruşen Eşref Ünaydın) -1-

Publié le 17/12/2015 à 15:18 par turnalar Tags : yazi



ATATÜRK'ü Özleyiş 2

=RUŞEN EŞREF ÜNAYDIN=

Kışı

Çankaya bağlarındaki yazlık eşya, bütün ağırlıklar geri gelmiş olsa da kışa yetemiyordu. Bu evlere o kış için, olabildiği kadar yeni bir çeki düzen verilmek gerekiyordu. Fakat bunun için Karacaoğlan çarşısında ne bulunabilirse ona katlanmaktan başka çare yoktu. Hele rüzgârlar o güz daha erken, esmeye, adeta bir düşman yüzü bağlamaya; yemişleri doyasıya tadılamamış ağaçlar, başka başka renklerde solgunlaşan yapraklarını eski gölgelerinin yerine alacalı örtüler gibi atarak birer ikişer daha erken soyunmaya başlamışlardı. Çıplaklaşmış dallarda iki üç ayvanın sallandığı ta uzaktan kolayca görülebiliyordu. Bağlar, daha çabuk bozulmuştu. İğri büğrü çubuklar katı toprağın üstüne örülmüş dikenli teller gibi kabarıyordu. Yeller acı acı uğuldamaya başlıyordu; kavruk yaprakları tozlar arasında önlerine katıp yamaçlardan bir aşağı bir yukarı sürüyordu. Yazın, güneş yaprakları çağsız kavurup soldururken bir damlasına bile hasret çekilen yağmur taneleri eski çinko borulara ve eski tahta kepenklere dolu fiskeleri gibi gürültülü vurmaya, sarı ova kurşunileşmeye, karşı dağlar bulanmaya, boş ufuklar daralmaya başlıyordu.

O yılki Çankaya bağlarının kışlık halleri gözümün önüne geliyor. Bir çoğunda yatak odasından başka yemek yiyecek, misafir ağırlayacak, okuyup yazma yeri olacak bir tek oda kalıyordu. Şehre bakan yüzünü boydan boya kaplamış kaskatı sediri, basık tavanı, bir de karşı duvarlardaki yüklüğü ile bu oda da Anadolu bağlarındaki bir çok eşine benziyordu. Döşemesinin altında bir başka katın tavanı olmadığı için rüzgâr estikçe tahta aralıklarından yukarı vuran yel üfürtüleri, yerdeki kilimi dalga dalga ederdi: bir yelken kabarıyormuş gibi... Yazın, evin içerisini sıcaktan korusun diye, çakıl ve çamurla hamur edilerek sıvanmış ''bulgurlama''dan bir küçük tane çakıl da ara sıra yukarıki tavan tahtası yarıklarından, bir ufacık tıkırtı ile yere veya insanın üstüne düşerdi; sert bir fiske gibi...
Bütün kaygular, kış iyice bastırmadan önce bu odaları az çok muhafazalıca döşeyebilmekti! bunun için de başka işlerde kullanılmak üzere yapılmış bir takım eşyayı o odalardaki ihtiyaçlara en yaraşır biçimde uygunlaştırabilecek yollar aranmak, keşiflerde bulunmak gerekiyordu: Mesela, ''müstamel'' bir kaç Bilecik çatması yastık, odanın camsız pencere kanatlarından bir ikisine hem perde yerine asılmış, hem cam yerine gerilmiş oluyordu. Yıkıntılardan cam bulununcaya, ya da başka vilayetlerden at sırtında Ankara'ya cam getirilinceye kadar bu çatmalar haftalarca oralarda öyle kalmışlar; gündüzleri geceler gibi karartmışlar; fakat soğukları, sıcaklar gibi önlemişlerdi... Camlar bulunduktan sonra da Çerçevelere takılmak için Çankaya'ya faytonda gelmeye ve Çankaya'dan faytonda indirilmeye razı edilecek biri bulununcaya kadar soğukların artmasına rağmen haftalarca daha, pencerelerde öyle kalmışlardı; ta çivisini, cinsinin iyi olduğu hakkında pek teminat verilmeyen macununu dükkân dükkân arayıp elde etmek sevincine kavuşturacak biri çıkasıya kadar!... Camlar tamamlanıp yerlerine takılınca odaların içine mevsim değişmesi gibi bir yumuşaklık ve ruhlara iklim değişmesi gibi bir ferahlık geldiği unutulur şey midir?
Bağ evlerinden bazılarının misafir odalarına perde olarak köylülerin bellerine doladıkları yün Tosya kuşakları asılmıştı; sarı, beyaz, vişne çürüğü zeminleri üzerinden siyah siyah çubuklar geçen daracık Tosya kuşakları... Bu buluş da bir neşe ve takdir kaynağı olurdu.
Sedirlerin katılığı yün şiltelerle az çok yumuşatılabilmişti... Üzerlerine de o zamanlar Ankara'da, yatak denklerine sarılacak, hatta yıpranmışları bakır kap kacak çuvalı yerine kullanılacak derecede bolca ve ucuzca bulunabilir üç kanatlı, üç renkli Cihanbeyli cicimleri serilmişti. Cicimlerin uçları kıtık minder yastıklarını ile kaplayabilmişti. Bazı evler yükün kapaklarını çıkarttırmış; yüklüğün içine çam tahtasından basit raflar yaptırmıştı. Üzerlerine de bir kısmı İstanbul'dan getirilme, bir kısmı da Anadolu'dan alınma elli altmış kitap dizmişti.
Hem sofralık, hem yazıhanelik eder dört köşe bir adi tahta masanın üstüne eski bir abanî kumaş örtülürdü; etrafına da bir tek eski hasır koltukla üç dört de açılır kapanır tahta iskemle konulunca işte bir kışlık oda böylece alacalı bulacalı döşenmiş olurdu.
Bir de bizim evde bir kurt postu edinilmişti. Bunu bize bir gün kapımızı çalan yaşlıca bir köylü, koltuğunun altında bir tomar gibi dürülü getirmişti. Şehirdekilerden üstün, ucuz olduğunu yeminlerle pekleyerek, beş ''kaime''ye satmıştı... Kurt postu, Ankara'da o vaktin modası idi. Kimi, onu kürk olarak kaplatır; kimi gocuğuna yaka koydururdu. Astragan kalpakların altında bu kabarık tüylü yakalar, kuzu ile kurdu başla boyun arasında, fakat ancak ölümden sonra birbirine dokunmaz iki barışık olarak bir araya getiren bir yerli moda idi ki giyinip kuşananın bedenini dolgun gösterdiği gibi yüzüne de, karşısındakiler üzerinde tesir bırakacak bir heybet verirdi. Baş yaverin, o kış öyle bir kürk giyerdi; genç yaverin ise sporcu bir centilmen gibi o soğuklarda sadece bir ''börböri'' pardesü ile dolaşırdı... Hatırımda iyi kaldı ise senin de açık otomobilde kullandığın kurt postundan bir diz örtüsü vardı...
Biz, kurt pöstekimizi nerede kullanacağımızı kararlaştırıncaya kadar duvara asmıştık. Dengo onu orada ne vakit görse korkudan mı, öfkeden mi olduğunu kestiremeyeceğim; fakat her halde rahatı kaçmaktan olacak bir duygu ile hemen homurdanmaya, hırlamaya başlardı. Dengo, ahbaplardan birinin hediye ettiği av köpeği idi. Adını Fransız edibi Oktav Mirbo'nun o isimdeki romanının başlığından alıp koymuştuk.
.

Kış bastırmaya yüz tutarken yere kilim serilip odaya saç soba kurulunca o post da hasır koltuğun üstüne başı, ayakları, kuyruğu belli olmayacak biçimde serilip iliştirildikten sonra Dengo'nun sinirlenmesi yatıştı.
Dengo geceleri içeride yatardı. Soğuk bir gece yarısı, önce acı acı havlamaya, sonra uzun uzun ulumaya başladı. Bizi uykumuzdan uyandırdı!..Hemen yataktan fırlayıp sarındık sarmalandık... Bizi görüp yanımıza sokulduğu halde kalınca sesinin olanca öfkesi ve hızı ile haykırması gene bir türlü dinmiyordu! Evin içini araştırdık, bir şey yoktu. Sokak kapısını açtık. Yer bembeyaz kesilmişti. Lapa lapa kar üst üste birikip yükselerek yağıyordu. Hiçbir yanda insan sesi işitilmiyordu; evin önünde ayak izi görülmüyordu. Fakat karın sisi altında uzaktan uzağa boğuk boğuk başka köpek havlamaları da duyuluyordu. Ne vardı, anlaşılmıyordu!
Dengo evin önünde biraz dolaştıktan, sinirleri yatışıp havlamaları kesildikten sonra içeri aldık.
Vaktâ ki ertesi sabah dere içlerindeki karın üzerinde bazı izler görüldü; anlaşıldı ki geceleyin birden bire bastıran tipi ile birlikte kurtlar da bağlara inmişler ve buralarda dolaşmışlar!..
Kurtlar, sadece gece vakti dışarı çıkıldığı veya eve dönüldüğü zaman dere içlerine elde fener, omuzda mavzer inilen o ilk kışta değil, zaferden birkaç yıl sonra bile o semtlerde dolaşmakla da kalmadılar. Yenişehir kıyılarına indikleri dahi oldu!.. Hatta şehremini Asaf (İlbay) Ankara'yı süslemek için Avrupa'dan bir demir havuzla birkaç da dökme nemfos heykeli getirtmişti. Havuz, önceleri Kızılay Meydanı'na oturtulmuştu. Bugün de Sağlık Bakanlığı önündeki meydanda duruyor sanırım. Nemfoslar ise iki üç mevsimi senin bahçende geçirdilerdi. Ve bir kış üstü Yenişehir'e indirildiler. Fakat, bir tipili sabah, uyanılınca görüldü ki çıplak kızların kolları ile baldırları geceleyin kurtlar tarafından dişlenmişler!.. Demirlerin altındaki kırmızı boyalar yaralarının kanları gibi dışarı vurmuştu!..

.

Zaferden sonraki ilk yıllarda bile böyle şeyler görüp geçirmiş Ankara'nın Çankaya'sındaki ilk kışda bağ bahçeye kurt inmesi göze alınmaya katlanılmış olağan işlerdendi. Fakat bir gün bile katlanılması mümkün olmayan şey, o kışta kıyamette odunsuz kalmaktı. Onun için elde edilip bahçeye atılabilmiş her çam kütüğü bir hayat müjdesi idi. Gövdenin, gündüzleri güneş vurdukça yıldız taneleri gibi pırıldaşan karlar altında yatışı gönüllere emniyet ve rahat verirdi. Diriltici bir yalçın ayazın altında kollarını sıvamış bir köylü, ağzından bol dumanlar savrula savrula ona yaklaşırdı. Yalbırtılar saçan baltası ile üzerinden karları sıyırırdı. O gün için lüzumu olacak kadar bir parçayı o gövdeden ayırıp ufaladıktan sonra odunları kucağında içeri taşır, saç sobanın etrafına istif ederdi. Yeni gelen odunların üzerlerinden sızan damlalar, daha önce dizilmişleri ıslatmaya vakit kalmadan kurular sobaya atılırdı. Harıltılı bir parlayışla birden hıza gelmiş soba bir an içinde ateşten yeni akıtılmış bir tunç külçesi gibi, ta borularının alt kısımlarına kadar kıpkızıl kesilir; odanın sıcaklığını dayanılmaz dereceye çıkarırdı. O kadar ki artık pencere bile açılırdı. O zaman hava karlı ise irili ufaklı sayısız beyaz tanelerin titreşe titreşe yere doğru koşuşması, ara sıra hafif bir rüzgârın önünde duman dalgaları gibi sağa sola savrulması; koyulaşmış bir mor göğün örttüğü karşıki dağların değil, Ankara tepesinin, hatta Ayrancı yamacının uzağındaki evlerin bile tabaka tabaka daha çok veya daha az silikleşmiş bir uzaklıkta hayalileşmesi seyredilirdi...
Karlar biraz dinip güneş, morluklar arasından yüz gösterir göstermez emsâlsiz bir ''féerie'' başlardı. Bembeyaz bir ovanın öte ucunda göğün gümüşümsü donukluğu önünde mermer basamaklı bir ehram gibi yükselen Ankara, bakılmaya doyulmaz güzellikte görünürdü. Dere boylarındaki ve yamaçlarındaki badem ağaçlarının buz tutmuş dalları, o güneşin altında billur avize kolları gibi ışıldardı. Uçlarında, sinmiş ve büzülmüş kuşların küçücük koyu benekleri tüner, bekleşirdi. Mini mini binlerce ve binlerce ışık tanelerinden pullarla örülmüş bir beyaz zemin üzerindeki bu dalların doldurduğu dere boylarını insan ışıklardan ve ipeklerden yapılma bir peri bahçesinin rüyasını görüyormuş gibi kamaşarak seyrederdi.
''Kan, şehvet ve ölüm'' adındaki kitabında Maurice Barrés'in Tuleytile'yi: ''Bu gamlı yalnızlığın ortasında Tolède coşkun bir haykırış gibi yükseliyor'' diye tasvir eden sözü, asıl o Ankara'ya yaraşırdı. Boz bir ufkun önünde, sıcağı kara buza işlemeyen parlak bir güneşin altında evlerinin saçaklarından uzun uzun buz hançerleri sarkan o manzara haftalarca hep o bembeyaz enginliği ile öyle, bir daha değişmeyecek gibi dururdu...
Ara sıra beyaz tepelerin üstlerindeki ufkun önünde görülürdü ki Ayrancı sırtından aşağı poturlu beş on erkek, şalvarlı bir iki kadın, önleri sıra iki üç de eşek ve bir iri köpekten ibaret bir köylü kafilesi, şehre doğru iniyor. Bu insanlar, o berrak ufkun önünde bir perdenin üstüne akseden hayaller gibi saatlere ve ışıklara göre kâh çok irileşmiş gövdeler, kâh da ufalmış silintiler halinde görünürlerdi...
Biraz sonra o kafiledekilerden biri, karların içinde, büyük deniz dalgaları üstünde yüzer gibi bir debeleşerek bir gözden kaybolup bir meydana çıka, merkebinin ardı sıra bağ evlerinden birine yaklaşırdı. Kuşağının içine yerleşmiş yumruklarını yerlerinden çıkarmaksızın eşeğinin boynunu kendi vücuduyla bahçeden yana itekleye itekleye pencereye doğru: ''Efendi! hanım! bal va; alın mı? Yumurta va; ecük de bulgurum va...'' diye haykırırdı... Çağrılır mı? Çağrılmaz mı? Bakmadan, köpek havlamalarına aldırmadan kapıya yanaşırdı. Karlar altında dumanlı burnu ile bahçeye yeşillik aramaya dalmak isteyen eşeğini değneği ile kapıya doğru dürtükler; hayvancağızın iki yanına asılı eski yün torbalardan birinin içindeki eski bir sepetten taze yumurtalar çıkarır, birkaç tutam bulgur çıkarır; kapının önüne çömelir; pazarlığa girişirdi. Pahalı bulundu mu:
- ''Etmen; eylemen, bu zemheride beni Angarayacan indirmen. Eşeğim korada, evimde yetim bebe va; taze dul va beslenecek'' gibilerde yürek burkan sözler ederek elindekini satar; odun getirmeyi vaat eder; aldığı parayı koynuna sokuşturur, savuşur giderdi... Tee haftalar sonra bir gün hiç beklemezken çıka gelir:
- ''Size bir yük odun devirividim... Söz verdiydik a hani... Deha, işte'' diye bir eşek yükü ardıç bırakırdı...
Bir sabah, adamın yanı sıra bir de yaşlı başlı, amma güçlü kuvvetli kadın geldi. Yün basmadan eski bir şalvar; erkek ''kesik''leri gibi sert ve kalın ayakkabılar; şalvardan başka renk bir basmadan da göğsü iki üç türlü düğmeli bir mintan giymişti. Başı ağzına kadar kalın bir yemeniye sarılı idi. Belinde kemere benzer bir kalınca tülbent kuşak, elinde de bakraç vardı. Nâmahremliğe dikkat ederek bana az buçuk omuz çevirdi. Refikamdan yana döndü. Yoğurt isteyip istemediğini sordu... Alışveriş bittikten sonra koynundan buruşmuş bir kâğıt çıkardı:
- ''Güzel gözlü hanım! Şunu bir kez efendine okutun mu?'' diye uzattı. Cephedeki oğlundan mektup almış; köyün imamı gözünden hasta olduğu için bir haftadır kimseye okutamıyormuş... Hanımın yazıyı sökmesine hayretler içinde kaldı. ''Biçer'' tarafındaki oğlu sağlık, selâmet haberi; köydeki birçok kimseye isim isim selamlar gönderiyordu. Bunlardan, ''Niyazi Efendi'' dediği, iki yaşındaki oğlu imiş!..
İçi rahat etti. Hanıma: ''Gozün goğnün dert görmesin'' diye dualar edip giti.
.

Bazı, ikindiye yakın saatlerde evin önünden bir iki manga piyade muhafızın geçtiği görülürdü. Yukarıdan aşağı simsiyah zıpkınlarını giyinmiş, kulaklarının altlarına kadar başlarına simsiyah kukuletelerini dolamış Giresunlu delikanlılar, omuzlarında mavzer, göğüslerinde çaprazvari fişeklikler; bellerinde küçücük ve yuvarlacık bombalar; taşlarda keklikler gibi sekerek ilerledikçe birer birer azalırlar, uzun yolda bir boydan bir boya nöbet yerlerini tutarlardı... Karın beyazı üstünde ovaya doğru ta uzaklara kadar da siyah siyah küçücük benekler ayırt edilirdi... O uzaktakiler boz kaputlarını, boz kukuletelerini giymiş, tüfeklerini sırtlarına asmış Rumelili suvari nöbetçilerdi: eski günlerden kalmış bir avuç bergüzar gibi!..
Onların yayılıp yer tutmalarından biraz sonra da yelken bezinden körüğü sımsıkı kapanmış; zincirlenmiş tekerlekleri şangırdayan bir fort otomobilin içinde şehre indiğin görülürdü.
Bu nöbetçiler o keskin soğuklu ovanın üstünde gece gündüz demeden gerektiği saat kadar bekleşirlerdi. Bunu yaparken, cephede bir yurt vazifesi görür gibi uyanık ve tetiktiler. Nasıl bir kıymeti muhafaza ettiklerini; gereğinde onun için canlarını vereceklerini bilerek bekleşirlerdi... Bu manzara: ''Mustafa Kemal herkes için; herkes Mustafa Kemal için'' düşüncesini bir levha halinde o yalnızlıkların içinde ruhlara duyuran en muhteşem manzara idi!..
Gecenin geç saatinde dönüşler, karların üstünde daha kuvvetli ışıklar saçarak bu manzaranın kışlık yüzünü aydınlatmış oluyordu...
.

Fakat peyzaj bütün kış boyu hep o beyazlıkta kalırdı sanmamalı...
Sürekli günlük güneşlik haftaların karları erittiği; koca ovaya hafif bir koyu yeşilimsilik verdiği de olurdu. O zaman bağ sırtlarında çalı gibi bodur ve çetin yabani bademlerin üstüne renk renk çamaşırlar serilirdi. Bunlar yamaçlara yalancıktan bir çiçeklenme mevsimi gelmiş hulyası verirdi. Havanın açık gitmesinden faydalananlar, mutfaklarında tahta teknelerde yuğdukları öte berilerini güneşin altına gönderirlerdi. Akşama kadar kuruyamamışları içeri sobasız yere asılırsa ertesi sabah donmuş ve dikleşmiş bulunurdu. Bahçede unutulmuşları ise, hele geceleyin kar ve don ansızın bastırmışsa, ertesi sabah işkencedeki insan korkulukları gibi kaskatı kesilip türlü acalip büzülüşler ve kıvrılışlar almış bulunurdu... El değince her yanları kemikler gibi çatır çatır kırılırdı!.. Sıcak bir odaya alındıkları zaman üzerlerinden tahtalara saatlerce pıtır pıtır su damlamaya, etrafa yaş bez kokan bir buğu yayılmaya başlardı.

.

O evlerde bu dağ soğuğuna dayanabilmenin bütün sırrının sırf saç sobalarda olduğu, odalar havalandırılmak için pencereler açıldığı ve küller temizlenmek için soba söndürüldüğü vakit, dışarının keskin ayazı birkaç an içinde olanca acılığı ile içeri saldırınca daha kesin anlaşılırdı!.. Sobasız yerde barınılamadığı için, sadece ısıtılmış odada soyunulurdu; koşa koşa yatak odasına geçilirdi. O odayı da saç soba ile ısıtmak faydasız; hele odun azlığı düşünülürse uygunsuz olurdu. Onun için bu türlü hareket etmekten başka çare yoktu...
Evin ısınmamış taraflarındaki kapı tokmağı madenlerine elin, elektriğe tutulmuş gibi yapışıp kaldığı oluyordu... Gece su içilmek istense sürahi ele gülle gibi ağırlaşmış ve topaklaşmış geliyordu. Avuç içinde kar eritip içmek sürahiden su boşaltmaktan kolaydı...
O kış, o ilk yıl Çankaya'sının bağlarında oturmuş olanların o zamana kadar ömürlerinde görüp geçirdikleri kışlardan hiç birine benzemediği için zihne, kendiliklerinden saplanıp kalmış bu şeyler, şimdi, göstermelik tasvir sanılmamalı. Robenson Kruzoe tasvirlerini, ilk Amerikalı kolonların maceralarını hatırlatan bu şeyler o yılki gerçeğin ta kendisidir!.. İstanbul'dan göçenlerin ancak daha bir tanesini görmüş oldukları o kış, Anadolu köylülerinin nesiller ve nesillerdir bilip masallarına ve türkülerine geçirmiş oldukları daimi ve tabii mevsim geliş gidişlerinden şöyle bir olağanı idi... Tabiat, İstanbul'dan göçenlerin tenine ve canına öyle bir kışı işletmekle, memleketin ve milletin asırlardır çektiği acıya bir kere de aydınları şöyle bir daldırıp uyarmak ve ruhlarını onarmak istiyor sanılırdı. Fakat böyle olsa da onu gene en koyu içliliği ile duyurmuş olmuyordu!..
O kış ki Çankaya'da oturanların çektikleri zorluklar Anadolu köylüsününkilerin yanında en dış ve en üst kabuk sayılırdı... Biliniyordu ki eksik olanlar, denizlere varan ve dünyaya ulaştıran yolların düşman ordusu tarafından kesilmiş olması yüzündendir. Bolluklu şehirlerin yabancı baskısı altında tutulması üzerine ''zaruri havâyic'' dedikleri şeyleri elde etmek imkânları, en yoksul Anadolu bölgesi kaynaklarından ancak, bakımsız öküz gidişi süratiyle inim inim inleyerek yürür kağnılarda; veya beslemsiz at yürüyüşü ile on, on iki yerde konaklaya konaklaya gider yük arabalarında; dermansız eşek kervanlarında taşınmaya kalmış olmak yüzündendir!.. O zamanlar, bitmez tükenmez Anadolu yollarında nefes ve derman tüketmiş o hayvanları bile şimdi en gür bir taşıt kaynağı gibi anmak hiç haksız olmaz!.. Yiyeceklerin, içeceklerin, giyeceklerin, örtüneceklerin, düşmana atılacak kurşunların ve güllelerin, o aşılmaz dedikleri karlı tipili dağlardan gelip cepheye yetişmesi, o hayvancıkların sırtına yüklenmiş ve onları yeden erkek ruhlu kadınların himmetine kalmıştı!.. Bu taşıt hareketlerinin, Sakarya'daki motörlü düşman hızını kesen kudretini, zaferden sonra yeniden Ankara'ya dönmüş olan Franklen Buyyon'un bana söylediği şu cümle, iki sözde ne kadar akıldan çıkmayacak gibi güzel açıklıyordu: ''Kağnı kamyonu yendi''!.. Fakat kağnıların Ankara'ya taşıyıp getirdiklerinden ne kadarı köylülerin eksiğini giderebilecekti!.. Onlar, bir gün bile derinliğinden ayrılamadıkları o atadan kalma ve babadan görme güçlüklerinin içinde yüzyıllardır ve yüzyıllardır hep öyle dayanıp gidiyorlardı!.. Şimdi de dört senelik cihan savaşından arta kalmış son delikanlıları köylerinden elli altmış kilometre ötedeki cephenin tutulmasına göndermişler; verimi az topraklarından yetiştirip üretebildiklerini o cephenin beslenmesine göndermişler; geride kalanlar soğukta paltosuz sırtlarını yumrulaştırarak; eldiven tanımamış ellerini karınlarının üstünde, bir sancı bastırır gibi kuşaklarına sokarak; çarıkları karları şaplak gibi döverek; ağızlarından dumanlar savrula savrula tipi altında yollarına sessiz ve düşünceli bir sabır ve sağlamlık içinde gidiyorlardı! Kendilerini yoksul bırakmış topraklarının bütün bu yolsuz, bu merhametsiz, bu verimsiz, bu babadan oğula böyle kalma çoraklığını yabancıdan temizlemek; o yoksulluklar ve o çoraklıklarla kendi başlarına erkekçe savaşmak için didiniyorlardı!.. Bunları görüp onların kadın, erkek büyük manalarındaki sonsuzluğu kutlamamak; onların çektiklerinin karşısında şimdi kendi çektiklerini adeta utanarak hiçe saymamak mümkün değildi!.. O yılın Çankaya'sından içlerin erdiği en yakın bilgi bu idi... Bunu herkesten önce, herkesten çok ve herkesten iyi anlamış aydın, işte her gün, her saat önümüzden geçtiğini gördüğümüz sen, kalpağını gür kaşlarına kadar eğmiş, kaşlarını çelik gibi parlayan mavi gözlerinin üstünde çatmış, sarı saçlı ve sarı bıyıklı genç adamdın. İlk defa sen, onlar için, düşmandan yüz kilometre geride, bu karların içinde gece demeyip, gündüz demeyip koşuyordun, didiniyordun...
Ruha işleyen bu bilginin en dokunaklı manası, senin bir resminde benimsenmiş görülür. Sadece kurdun, ve düşmanın dolaştığı o karakış ıssızlığının ortasında bir Anadolu tepesinde senin, -deve tüyü renkli paltonun üzerine attığın, yakası kalkık bir uzun pelerine sarılmış olarak bembeyaz bir kara üstünde- başını dirseğine yastık edip yatar bir fotoğrafın vardır. Sen onda, dinlenir gibi görünürsün de, düşüncelisindir!.. Yanında da genç yaverin, seni bekler gibi oturur... O resim, bazı defa, bazı gazetelerde ''cephede'' diye gösterilir. Halbuki sadece Ankara'nın önündedir; ve böyle oluşu çok daha iyidir. Ona, yurdunun bütün çilelerini omzuna almış; memleketinin gerçeğini bağrına basmış;  ilk defa olarak, millet meclisinin kürsüsünde: ''Milletin efendisi köylüdür'' diye haykırmış; onun yaşadığı topraktaki kara, bir ana kucağına yatar gibi yaslanmış bir millet adamının derin bir kendini yoklayış ve içini dinleyiş anını gösterir bir tasvir manası verir...
O resimde, Namık Kemal'in

''Felek her türlü esbâb-ı cefasın toplasın gelsin''
''Dönersem kahbeyim millet yolunda bir azimetten''

beyitinin sadece canlı bir örneği görülmez; çok daha fazla bir şey duyulur. Onda, içinden yeni bir bahar doğuracak tabiatın insan biçimine girmiş yaratıcı kuvveti belirir. Bize o kudreti, bize yolumuzu sen gösteriyordun. Yurdun nasıl sevileceğini, ona durmadan dinlenmeden bütün gücünle nasıl hizmet edileceğini sen öğretiyordun. Bu boşlukları, kendi didinişlerinin ışığı ile dolduran sendin.
Unutulur mu o zamanki bozkır gecelerinin biteviye karanlığı içinde, gökten kaymış yıldızlar gibi uçuşan ışıkların!.. Tepelerin birinden birine seğirten o ışıklar ki yalnızlıklar içinde uyumayan bir çalışmanın pırıltılarını belirtirdi...
O üç dağın birinden birine en çok çırpına çırpına koşan, senin ışıklarındı. Bitmeyen bir çalışmayı karanlığın üstüne onlar resmediyorlardı... Elde kalabilmiş öteki ışıkları, öteki iki tepeden senin bulunduğun tepeye doğru ta gece yarılarından sonraya, ta fecre kadar koşturup getiren, koşturup götüren, senin ışığındı. Bütün bu gelişler, bu gidişler gözlerden ırak, rahattan uzak bir uzun didinmeyi, usanmayan ve tükenmeyen bir emeği, vatan kurtuluşunun hazırlıklarını ve çırpınışlarını karanlığa bir nabzın atışları gibi nakşediyordu!..

...

Yalnız öteki iki tepeden mi?.. Ve sadece mebuslar, kurmaylar, komutanlar mı? Yeryüzünün dört bucağından; hele hürriyetsizlikten bunalmış, yabancı baskısından kurtulmak diler bütün Müslüman Asya'dan..
Dışardan o istekte görünüp de iç yüzünde yabancı buyruğunda çalışarak seni gizliden gizliye gözleyip aleyhinde tertibat hazırladığı belgeleriyle ortaya konmuş bir bedbaht müstesna, ötekiler hep senin zaferinden kendileri için necat umar oldular... Sen o bedbahtı, başa yeniden yabancı büyük devlet müdahalesi derdi çıkarır ihtimalinden ürkmeyerek mahkemenin hükmüne boyun vermeye bıraktın.

...

Kastın asla boşuna kan akıtmak değildi! Meramını dünyaya anlatıp milletinin hakkını elde etmekten başka davan yoktu!..
Anadolu içinde alıkoyduğun bazı yabancı büyük devlet subaylarını, Malta'da, harp suçlusu diye esir tutulan yurtsever ricalimizin serbest bırakılmasına karşılık, memleketlerine gitmeye serbest bırakacağını büyük devletlere Çankaya'dan şart koşup kabul ettirdin... Malta'dan yurda dönenleri ikramla karşıladın; savaşının ilk saatlerindeki şan arkadaşını yabancı sürgününden çıkarıp hükümetinin başına getirdin.
Gücünün ölçüsünü karşındaki dünyaya Sakarya'da gösterdikten sonra umdun ki, ilgili devletler senin dileğinin yerine getirilmesi gerektiğini artık anlayacaklardır. Onun için en yakın arkadaşlarından Fethi Okyar'ı göndererek o devletlere başvurdun... Açılmaz kapılar ve ağızlar önünde arkadaşını sabırla eğleşdirttin... Baktın ki gözler senden yana çevrilmiyor ve dudaklar senden yana kımıldamıyor! O zaman, Türk davasını sadece Türk gücü ile halletmenin sırası geldiğini Çankaya'nın ıssızlığı içinde tasarladın... Türkleri gene İzmir'e ulaştıracak zafer hamlesini ruhunda bir sır gibi olgunlaştırdın...
Değil meram anlamaz yabancı devletlerden, kendi Meclis arkadaşlarının bir kısmından bile o ara ne zorluklara uğruyordun! Eline aldığın başkumandanlık yetkisini bir daha geriye vermeyip kötüye kullanırsın diye senden işkillenen arkadaşların vardı. Kurduğun ordu düşman yıkmaya yeter güçte değildir sanıp seninle tartışan yurtsever dava arkadaşların, yoluna engel oluyorlardı...
Sakarya kazancının anlamını ve önemini Büyük Millet Meclise açıkladığı gün, savaş olayının parlaklığı, ve kazancın gerçekliği karşısında içten sevinenlerin alkışlarıyla birlikte seni kutlamak için herkes gibi dakikalarca el şakırdatmış olanların bazıları, aradan birkaç ay, belki iki-üç mevsim geçtiği halde ordunun henüz bir harekete geçememiş olmasını, kendi çevrelerinde, gizli fiskos konuları eder olmuştular. Durumu karamsarlıkla görüyorlar ve gösteriyorlardı. Halbuki sen, eski İttihat ve Terakki'nin bir vilayet kulübünden değiştirilerek TBMM yapısı haline konmuş kamutayın dikdörtgen toplantı salonunun kürsüsünden, Sakarya'yı milletvekillerine anlattığın gün onlardan çoğu da sıralarında oturuyorlardı! O gün, Meclis salonunun iki ucunda rendelenmiş dört köşe boyasız tahta direkler üstüne tutturulma dinleyici localarının hıncahınç insanla dolu olduğunu; bu dinleyicilerin o daracık localara sığamayıp ardına kadar açık kapılardan koridora taştıklarını; hatta bazılarının en arka iki yan sıralardaki mebusların arasına karışacak kadar odayı tıklım tıklım ettiklerini onlar da görüyorlardı!
Üzerine aldığı işi sencileyin başarmış; milletine verdiği sözü sencileyin yerine getirmiş; yurdunun şanını sencileyin sağlamış bir vazife adamının karşılarındaki kürsüde ciddiliği, ve gönül ferahlığı ile gülümsediğini onlar da görüyorlardı! Cümlelerinin arasını dakikalarca fırtına rüzgârı gibi uğuldayarak kesen alkış iltifatına senin başını saygıyla hafif eğerek teşekkür ettiğini muarızların da görüyordular. Sana olan tüm inanı onlar da görüyordular. Alkışlayanlar arasında kendileri de vardı!..
Onlardan o gün Meclis'te bulunmuş olanlar duymamış mıydılar ki; veya o gün senin ağzından duyamamış olanları ertesi sabah Hâkimiyet-i Milliye sahifelerinde okumamış mıydılar ki sen, bu kazancın bir bitim değil, sadece asıl zaferin mutlu bir başlangıcı olduğunu söylemiştin. Ve Sakarya nasıl kazanıldıysa o beklenen büyük zaferin de çok geçmeden elde edileceğini büyük Meclis'e sarsılmaz inanınla tebşir etmiştin.
Onlar o gün işitmemişler miydi ki: Düşmanın, bizim ordumuzu, kendi sağ kanatlarında sarmaya savaşacağını önceden sen keşfedip tertiplerini ona göre almışsın. Böylece düşmanın ilk saldırış yönünü bilmişsin ve hızını çelmişsin. Onu ''sevk-ül ceyş'' bakımından başarısızlığa uğratmışsın. Bunu gerçekleştirmek için bizim ordumuzua elastikiyet vermişsin. Bütün cephe boyunca Türk askerinin bir yandan bir yana yer değiştirmesini kolaylaştıracak tedbirler düşünmüşsün. Saldırabileceği her noktada sayısız Türk askeri var olduğu sanısını düşmanda uyandırmışsın. Böylelikle önce düşmanını yorma, hızını kesme, kuvvetlerini oynak hale getirme, karşısında çokluk var çalımlarıyla gözünü yıldırma, sinirlerini yıpratma, maneviyatını aşındırma ve ancak bunlardan sonra kendin karşı taarruza geçme ve düşmanı geri sürme hareketlerini büyük bir üstatlıkla idare etmişsin. Böylece keskin sıcağın ve yaman susuzluğun yakıp kavurduğu tuz çöllerinde onu bunalta bunalta yirmi iki gün, yirmi iki gece dövüşmüşsün. Ve böylece o zamana kadar dünyanın tarihçe kaydedilmiş en uzun süreli meydan muharebesi olan Mukden meydan muharebesinden on gün daha fazla sürmüş Sakarya Meydan Muharebesi'ni Türk ordusu yararına gerçekleştirmişsin!..
Onlar işitmemişler miydi ki: Sakarya Savaşı subay savaşı olmuştur. Subay savaşı! yani şuur ve ülkü savaşı, aydınların savaşı... Bu savaşta üçbin subayımız şehit olmuştur...
Yalnız bu bilgi bile insanın gözleri önüne ne olağanüstü manzaralar ve hatıralar getiriyordu:
O yiğit subaylar ki bir kısmı birinci cihan savaşının başka başka iklimler altındaki uzak cephelerinden İstanbul'daki evlerine yeni dönmüş ve yıllardır hasretini çektikleri ailerine daha henüz kavuşmuşlardı!.. Kimi Sibirya'daki, kimi Mısır'daki esirlik kamplarının buzlu ve ateşli nice cefalarını çekerek mütareke olur olmaz yurtlarına döndükten sonra çoluklarının, çocuklarının arasında bir ay bile dinlenemeden gene üniformalarını giyip Anadolu'ya geçmiş subaylar!..
Ve daha subay çıkmalarına vakit bile kalmadan kılık değiştirerek, isim değiştirerek, bıyık sakal salıvererek İstanbul limanından rasgele bir Karadeniz postasına sivil atlayıp, İnebolu önüne varır varmaz gemi güvertesini şanlı bir asker bahçesine döndüren yürekli ve inançlı harbiye delikanlıları! Seni yetiştirmiş mektebin en körpe yetiştirmeleri!.. İnebolu'dan karda kışta yola yaya düşüp dolakları duman tüte tüte; bazı geceler sığınacak en köhne bir han bile bulamaksızın tipili yollarda nefesleri tıkana tıkana, dermanları tükene tükene, fakat yine gönüllerinin ateşi yana yana kurtların haykırıştığı, kuşların kaçıştığı Ilgaz ormanlarında, Çankırı ovalarında yurt türküleri çağıra çağıra; ellerindeki değneklerle diz boyu düz karların üzerine: ''Edirne bizim!'' ''Ya istiklal, ya ölüm!'' ''Kahrolsun düşman!'' ''Yaşa yaşa; çok yaşa! Mustafa Kemal Paşa'' gibi gönülden gelen inanlarını birer ant gibi, birer anıt gibi yaza yonta Ankara'ya yaya giden: tahsillerini orada tamamlayıp kılıçlarını orada kuşanır kuşanmaz dosdoğru cepheye koşan ve yepyeni yıldızları taptaze kanlarıyla boyanarak vatan topraklarına uzanıp şehit düşen körpe subaylar!.. Sakarya'nın, senin söylediğin üç bin şehidi!..
Bir ay gibi kısa bir zaman içinde böyle aman vermeden savaşan ve böyle bir başarıyı gerçekleştiren bir ordu yeni hazırlığını tamamladıktan sonra daha ileriye yürüyemez olur muydu? Yürüyemeyeceğine içlerinden kendileri inanıyorlar mıydı?
Görmüyorlar mıydı ki Meclis'e bütün bu söylediklerinde sen kendi başarılarını hiç söz konusu etmiyordun; sadece olayları dile getiriyordun. Şehitleri kutluyordun. Gazileri övüyordun. Orduyu tebrik ediyordun. Düşmanın ilerleyici hamlesinin artık kırıldığını Meclis'e müjdeliyordun. Ve yakında büsbütün yurttan dışarı atılacağını yeniden vaat ediyordun. Muârızların bile o gün, seni sevenler gibi seni alkışlıyorlardı. Başarının büyüklüğü önünde onlar da saygıyla eğilmiş görünüyorlardı.
Fakat sen, insanoğlunun sevinçlerinin, alkışlarının da bir baharın gülleri, kokuları kadar süreceğini, kendi mevsimlerinden öte aşamayacağını gerçekçi bir adam olarak pek iyi biliyordun... Bir an vecdin pürüzsüz maviliklerine hep birden yükselmiş vicdanlardan kimi, gene kendi bencilliklerinin toprağına düşecektir... Onlardan kiminin hafızaları kısa, kiminin görüşleri dar, kiminin hatıraları kötümser, kiminin inanları eksik, kiminin inatları keskin ve kıskançlıkları kesin, keminin düşünceleri sapa olur!..
Biliyordun ki onların her birini oldukları gibi görmek; her güçlüğü bile bile, fakat gene sarsılmadan ülküye yönelmek gerek... Zira senin yaptığın iş şu bu kişiler beğensin diye değildir; toplum faydalansın diyedir...
Fakat gördün ki içlerinden yerlilik yabanlık davası güdenler, seni adeta milletvekili bile bırakmayacak kanun tasarıları kuruntusunda bulundular!.. Sen bu dağ başından inip Ankara ovasında dert anlatmak için az mı yürek tükettin!.. Sana kanunla verilmiş başkumandanlık yetkisini, hiçbir zarara uğratmadan günü her geldikçe götürüp yerine teslim ediyordun. Kürsüye çıkıp hizmetlerini sayıp döküyordun. ''Ben o yüzden beş yıl bir şehirde sürekli kalamadımsa suç benim mi?'' diye soruyordun! Ankara'dan yerenler yüzüne karşı susuyorlardı!.. Daha önce de: ''Milletin sinesinde serbest fert olarak yaşamaktan büyük saadet olur mu?'' diye haykırmıştın. Cevap alamamıştın! Sen o zaman, mabette ferisilerle çatışan genç İsa'ya ne kadar benziyordun!.. Bir Resul gibi yalnızdın; fakat bir Resul gibi inanlı...

 

r

Malta'daki sürgünlük dönüşlerinden bir müddet sonra Ankara'ya geçmiş olan Şükrü Kaya ile İsmail Canbulat, bir yaz günü Çankaya'daki köşküne, seni ziyarete çıkmışlardı...
O gün, salonun ziyaretçi üstüne ziyaretçi ile doluyordu. Vekillerden biri gelip biri gidiyordu. Her biri, sana anlattıkları ile, sözlü bir rapor vermiş oluyordu...
Dahiliye Vekili Ata Bey bildiriyordu ki: Karadeniz kıyılarından Ankara civarlarına kadar hemen her bölgede asayiş yer yer bozulma istidadı göstermektedir... Aldığı raporlardan misaller sayarak: ''filan yerde şu, falan yerde bu vaka olmuştur'' diyordu...
Asıl fenası, o günlerde İnebolu'dan Ankara'ya kamyonla gelmekte olan yolcu kafilelerinden biri, bir akşam, hükümet merkezinden on, on beş kilometre ötede dahi eşkıya tarafından soyulmuştu, dövülmüştü. Üzerlerinde para, eşya ne varsa alınmıştı. Kendileri de Ankara'ya iç çamaşırları ile yaya salıverilmişti: yüzleri gözleri yara bere içinde!..
Bu hazin havadis Ankara'da hemen kulaktan kulağa yayılmıştı: hükümete adeta meydan okur gibi bir küstahlıktı bir tehlikeydi bu!..
İşte, ''Dahiliye Vekili''nin ''Büyük Millet Meclisi Reisi''ne getirdiği kötü haberler bunlardı.
Ata Bey, salondan ayrılacağı sırada, Milli Müdafaa Vekili Kazım Paşa'nın (Özalp) geldiğini bildirdiler.
Paşanın sana arzettiklerinden şu anlaşılıyordu: ''şayet günün birinde herhangi bir hareket emri verilecek olsa, ordunun yürümek imkânı yoktur.''
Ve en sağlam belgeleri sayarak, heyecanla açıkladığına göre: ''Çünkü askerin ayakkabısı yoktur; silah kayışı yoktur!..''
Gerçi bunlar, Anadolu içinden kısa zamanda tedarik edilebilir ve bu eksik, bir kaç hafta içinde giderilebilirdi. İş, ancak derhal altı yedi yüz bin lira bulmaya kalıyordu...
Paşa, bunun için, hergün, Maliye vekili Hasan Fehmi (Ataç) Bey'e başvuruyordu. İşin hayati önemini; itibara alınmamasının doğuracağı tehlikeyi, açık açık göz önüne koyuyordu. Fakat ne deliller söylenirse söylensin, Hasan Fehmi Bey, ret cevabı veriyordu... Onun öne sürdüğü sebep de son derece mühimdi: ''Çünkü Maliye kasasında o ara hiç hazır para yoktu. Ve yakınlarda tahsilat yapılmak ihtimali de yoktu!''
İşte, ''Milli Müdafaa Vekili''nin ''Büyük Millet Meclisi Reisi Başkumandan''a getirdiği korkunç haber bu idi...
O günkü ziyaretçilerinden eski ''şer'îyye vekili'' Abdullah Azmi Efendi de: Bazı diyanet işlerinin gereği gibi yürüyememesinden muhalefet faydalanıyor; bunu istismar ediyor. Ola ki bundan maddi, manevi zararlar doğabilir!.. Şer'îyyeyi takviye etmeli...'' düşüncesini Arapça ''kelâm-ı kibâr''lar saya döke senin ruhuna gayet nâzikâne bir üslupla usulca telkin ediyordu.
Bir irtica havası estiği haberi, tarihte siyaseti taassubun icra aleti olarak kullanmaktan başka ne felaketler gelmiş olduğu göz önüne getirilince, o nazik zamanda hepsinden daha korkunç görünüyordu.
O günkü misafirlerinden yalnız, ak sarıklı, ak sakallı; esmer yüzlü, mor cüppeli Ankara mebusu Atıf Efendi, tabiat âşıkı bir evvel zaman pîri hâkim ruhluluğunun bütün kâmilliğini sezdirmişti. Seni irkiltebileceğini tahmin etmiş olacağı bütün bu üzücü haberleri üst üste dinlemekten bir an için koruyup uzaklaştırmış olmak dileği ile idi denebilecek tatlı ve masum bir yüz göstermişti. Siyasetten büsbütün ayrı ve o anda senin gönlüne hoş gelebileceğini kendince umduğu bir konu üzerinde, seçim dairesi arkadaşı babacanlığı ile sana şunu sormuştu:
- Bıldır ben sana bir gül fidanı verdi idim. Ne oldu? Bu bahar, çiçek açtı mı? biçimini bir gördün mü? Pek dilberdir!.. Çiçeğini bir yol kokladın mı? Pek latiftir amma!... Beğendin mi?
Her biri, ruha bir muşta gibi inen öteki haberlerden sonra bu sorgu, insanın içini, bir an, gül suyu damlaları ile yıkanmışa döndürüyordu.
Ötekileri nasıl temkin içinde dinledin; düşünceye dalgın gibi durarak yumuşak bir kaç sözle cevaplandırdınsa Atıf hocaya da, güler yüzle:
- Beğendim... ''Teşekkür ederim'' dedin!..
İşte böyle, saatlerce sürmüş konuşmalardan, şüphesiz, yorgunluk duyuyorsan bile kendini gayet sükûnetle idare ediyordun. Söylemekten ziyade dinliyordun...
Salon sigara dumanı ile dolmuştu. O kadar ki, bir nevi sis tabakası ile kaplanmış havası, oraya akşamı, vaktinden önce sindirmişe benziyor; senin sabırlı ve tutumlu yüzünü uçuklamış ve uzaklaşmış gösteriyordu. Öyle ki, ruhunu bunaltmış olacağı kolayca tahmin edilebilecek bu dumanlı hava, insana, bütün o konuşulanların zifirli bir müşahhası gibi görünüyordu!..
O gün, misafirlerinden her biri, yurt kaygusu ve ''gelecek'' tasası ile yüklü içinin olanca acısını, gerçeğin birer ayrı manzarası gibi, senin ruhuna resmettikten sonra rahatlamış olarak çıktı, gitti...
Fakat akıldan şu bir kaç çizgi çıkamıyordu:
Cephenin gerisindeki bölgelerdeki asayiş azalıyor!..
Maneviyat zayıflıyor!..
Cephenin kendinde eksikler var: Ordu yürüyemez; ayakkabısız!..
Devlet hazinesinde para yok!..
O gün, senin gözünün önüne konan durum manzarası işte bu idi... O gün! yani Kocatepe sabahından birkaç hafta önce!..
Odadaki dumanlar arasında biraz düşünceli ve sessiz kaldıktan sonra, elinin iki parmağını küçük bir sigara masasına dayanmış tutarak:
- ''Ne yaparsın!.. Bu böyle olur!..'' diye ahvalden duyduğun sitemi de, karşılaştığın anlaşmaızlıkları da, kendinde duyduğun yalnızlığı da sezdiriyorsun tesiri veren bir cümle söyledin... Öyle dokunaklı bir edası vardı ki senin neler çektiğini insanın içine işletiyordu! Gerçek önder ne büyük bir kudret demekmiş; ne güç yetişir, ne nadir ve ne tahammüllü bir varlık demekmiş; insan, senin o halini görünce daha yakından anlıyordu! Görüyordu ki şehire inmesen bile şehrin dedisi kodusu senin dağbaşındaki evine, bin telden uğultusu ile çıkıyor. Ve seni üzmenin yolunu buluyor!..
Bu üzüntünü o akşam ne kadar cesaretli ve müsterih bir görünüşle karşıladığını belirtir sözler söyledin. Ve sana en acı gelen noktanın hangisi olduğunu da ne kadar büyük bir samimiyetle açıkladın!..
Şu anlatanlardan herbirinin aşılmaz dert gibi gördüğü konuları, zihninde hemen sıralamış olduğun birer yüksek hükmünle cevaplandırıyordun: Şu bu yerde ufak tefek ''şekavet hadiseleri'' olmasını şüphe yok esefe değer buluyordun.
- ''Fakat, bunlar toptan bir asayişsizlik, bir isyan alameti değildir. Perakende adi cürüm vakalarıdır. Gözde o kadar büyültülmemelidir. Şimdi herkes orduya alınmıştır; ileri bakıyor. Bir kaç serseri de bundan istifade edip geride bir takım soygunculuk, çapulculuk yapıyor. Yarın ortalık açılıp da terhis başlar başlamaz dahili inzibat kuvvetlendirilir. Şu bu münferid şekavetler de hemen bastırılır gider. Geçicidir bunlar!.. Bittabi ihmal edilemez; hükümet derhal tedbirlerini alacaktır... Fakat öyle fazla izam edilerek lüzumundan aşırı mühimsenmeye değmez!'' diyordun.
Milli Müdafaa vekilini endişelendiren iş için:
- "Bak, onun söylediği daha mühimdir; çünkü daha acildir... Fakat onu halletmenin çaresi de bulunacaktır" diyordun.
O çare bulundu... Tarih kaydedecektir ki ordunun ayakkabı ve silah kayışı işin sen kendi şahsına ait para ile halletmişsindir... ''Şimdi işinizi görün. Zaferden sonra bana iade edersiniz'' diyerek gereği kadar parayı Maliye'nin emrine ödünç vermişsindir. Ve 26 Ağustos'ta taarruza geçen ordu bu para ile yürüdü...
Fakat seni üzen başlıca nokta, muârızların ve muhaliflerinin: ''Sizleri avutuyorlar. Zaman kazanıyorlar. Yoksa kendileri de biliyor ki bu ordu yürüyemez; taarruz edemez'' bozgunculuğunu Meclis koridorlarında mebusların ruhlarına aşılamaya çalışmaları idi!..
O akşam: ''Hele kendileri de asker ve erkân-ı harp olan: binaenaleyh bu ordunun yürüyebileceğini meslekleri iktizası pekâlâ bilen; hatta vakti ile milli hareket cephesinin İstanbul'da mümessilliğini dahi etmiş bulunan arkadaşların, buna rağmen, şimdi hangi kara ruha uyarak hangi kara inada saplandıklarını ve bundan ne umup, ne beklediklerini anlayamadığını; fakat onların, birgün, hatalarını idrak edeceklerini ve yaptıklarından mahçup olacaklarını'', onlara acıyarak, çilesini çeken bir Resul gibi söyledin...

...
Gecenin son saatlerine kadar şehrin bu hayhuylarıyla didinirdin: üzgün başını Çankaya'da yastığa kordun; ruhunun içinde doğmuş şenliği orada bir başına seyreder, başkalarının henüz görmedikleri tan yerlerine bir başına yönelirdin...
Nihayet bir sabah, herkesin seni uyur bildiği fecir vakti Çankaya'dan sessizce yola çıktın;... fakat çarmıhını omuzlayıp, zeytin dağından Golgota'ya doğru yola düşen İsa gibi değil; altın parıltısına güneşe gider gibi kanatlı ayaklarla uçan Merkür misali değil; savaş meydanına seğirten başı miğferli Mars gibi.. Fakat neden ille edebiyat göreneğine kapılıp da seni bir başka ululuğa benzetmek yoluna sapmalı... Kimseyle ölçmeden sadece kendin gibi demek daha doğru değil mi? İşte, kendini Ankara'da sandırdığın; diplomatlara çay ziyafeti çekiyor gösterdiğin o günün sabah vaktinin alaca karanlığında... Dünyaya Ankara'dan hiç ses sızdırtmadığın, haber uçurtmadığın o sabah!..
O sabahtan yıllar ve yıllar sonra, sen öldükten bile beş, altı yıl sonra Londra'da gördük: Avrupa'nın Batı kıyılarına Debarkman arifesinde Anglo-Sakson orduları da senin yirmi bir, yirmi iki yıl önce Anadolu'da o sabah aldığın tedbiri tekrar ettiler, taklit ettiler. Daha öncesinden Büyük Britanya'dan içeri diplomat bile almadılar; Büyük Britanya'dan dışarı, değil telgraf, mektup bile göndertmediler: haftalarca, haftalarca...
Emden'e yolu nasıl Hamidiye göstermişti ise, Normandiya kıyısına Ayzenhover'in ve Montgomeri'nin çıkışına yolu böylece sen göstermiş oldun... Onlar, Emden'dekiler ve Normandiya'dakiler söyler mi bilmem. Fakat biz öğünelim, inanalım ki örnek olan, Türklerdi...

...

26 Ağustos-Taarruz emrin

Ve bir Ağustos sabahı Afyonkarahisar karşısındaki tepelerden (Kocatepe) gürüldettiğin top, bütün yumulu gözleri uyardı... O kükreyiş, içli dışlı anlayışsızlara işte senin cevabındı. Senin Derne çöllerinde, senin Anafartalar yalçınlıklarında, senin Bitlis taşlıklarında denediğin Türk gücünün ne dağlar devirebileceğini dünyaya bir kez daha duyurdu... O güce güvenmeyenlerin batıl yorumlarını, -önlerine eğilmiş başlarından ve toprağa sarkmış kollarından- yere düşürecekti...
Sen kendin o sabahın manasını Dumlupınar nutkunda ne güzel anlatıyorsun...
Mutlu olsun kulaklarımıza ki onu senin sesinden o meydanda dinlediler... Ne mutlu gözlerimize ki Türk gücüne baş olan senin gücünün ne demek olduğunu senin yaptığınla gördüler...
...

Zafer

Onu sen de zaferinin akşamı Kızıltaş deresini gezerken kendi gözlerinle bir defa daha görmüş oldun...
Güneyden kuzeye, doğudan batıya doğru dağlarımızın taşlarına çarptırıla çarptırıla itilerek, sürülerek sıkıştırılıp kıstırılan saldırganın son boğuşma manzarasını kendi böğrüne bir mahşer yıkıntısı halinde yaslamış o dereboyu, senden sille yiyen neye uğradığını, yüzyılların hafızasından silinmeyecek kudretiyle anlatır bir kıyamet heykelinin dehşet verici (bas relief)i idi... Sen tutup kıstırınca hayatın, kıpırdamaya bile vakit bulamadan olduğu gibi, olduğu yerde nasıl donup kaldığını gösteriyordu:
Kalkmaya hazırlanmış kamyonlar... elleri frenlerinin başında duran şoförler:... şoförlerin yanıbaşlarında bembeyaz giyimleri ile oturan hastabakıcı kadınlar... o kamyonların içlerindeki sedyelerine uzanmış yatan yaralılar;... toplarının tekerlekleri ucunda tunçlaşmış kanlarından maskeleri altında uzanmış yatan subaylar;... atlarıyla birlikte meşe ağaçlarına diklemesine yaslanmış duran mızraklı suvariler;... katır cesetlerinin sırtlarında yüklü kalmış bavullar;... hafif hafif tüten seyyar mutfaklar;... yapraklar, yapraklar ve yapraklar halinde uçuşan mektuplar: Çabuk yazılmış, yarıda bırakılmış, sözleri silinmiş, sözler eklenmiş; acele, keskin sinirli, mavi, kırmızı, lacivert, yeşil, siyah mürekkepli yazılarıyla her bir yana savrulmuş mektuplar; gramofonlar ve gitaralar!...
Bunların hepsi, oldukları yerde, donduruldukları biçimde, öyle yaşıyorlarmış gibi kalmışlar!
Yalnız hiç, hiç sesleri yoktu...
Ve tüten hafif dumanlarla birlikte bunaltıcı sıcaklıktaki havayı gittikçe ciğere alınmaz bir ağırlıkta kaplayan yekpare bir leş kokusu!...
Bir istila nedir? Bir ukubet nedir? Bir zafer nedir? Bir mükafat nedir? İşte, o bir göz alımlık yerde ağaçlıklı dere boyunca yamacın böğrüne böyle yapışmış duruyordu!..
Bunu, bir akşam önce sen kendin de görünce gönlün kabararak ve gözlerin buğulanarak:
- ''Ah zavallıcıklar! Sizlere kim söyledi buralara gelesiniz diye?.. Kim söyledi Anadolu alınırmış diye?.. Varın, kanınıza girenlere sorun! Ben yurdumuzu, haysiyetimizi ve istiklalimizi korudum. Vazifemi yaptım'' dememiş miydin? Kendi muzaffer gururunu övmeyip kendi insan ruhunun kemalini böylece belirtmemiş miydin?
Şunun bunun kışkırtmasına uyarak, hayale kapılarak maceraya atılmanın çıkmaz sonuç vereceğini, o meydana bakarak bir ibret dersi gibi etrafındakilere göstermemiş miydin? Bu iki milletin kendi menfaatlerini kendileri ayarlaması, birbirine bir daha kötülüğü dokunmaz iki komşu kardeş gibi yaşaması gerektiğini; bu böyle anlaşılmazsa işte genç insanların, genç kanların, kendi yurtlarına lazım kuvvetlerin yerlere böyle serilip kalacağını; bu yanlışın ileride bir daha yapılmamasını o ölülere hüzünle bakarak temenni etmedin mi? İleriki dostluğun tan yeri bu kanlar içerisinde böyle belirmiyormuydu?.. Sen, ne nadir bir adamdın ki Aristo'nun yetiştirdiği İskender gibi bir zafer elde etmiştin de ''Persler''i yazan Eskilos'un içli mısraları gibi söz söylüyordun; ve ilahi Eflatun gibi yüksek düşünüyordun!..
Ve taş kesilmiş gibi biçimlerinde akşamın alaca karanlığına bürülü insanlar susuyorlardı!... Onların kımıldayışsız yüzlerine bakan güzel güzel cins köpekler, uyanmayan efendilerinin yanlarından ayrılmaksızın gözlerini onların açılmayacak gözlerine dikmişler; acı kokulu sonsuz sessizliğin içinde onların başları ucunda bekleyerek aç, susuz bir geceye daha, dilsiz Sfenksler gibi mahzun dalıyorlardı!..
Yok, yok! Bu, tarih kitapları resimlerinin gösterdikleri Keldan tapınakları duvarlarındaki; bu Ankara civarı bozkırının kara taşları üstüne yontulmuş Eti anıtlarındaki zafer bas relieflerine benzemiyordu! Yerde yatan bu mahşer, senin başkomutan olduğun günkü: ''Vatanın hariym-i ismetinde boğarak nail-i halas olmak'' deyişinin ne manası olduğunu susmuşluğu ile anlatan bir ispat; senin yurduna saldıranın ne hale gireceğini tarihin alnına yontmuş ve dünyanın gözü önüne dikmiş bir belge idi...
Akşamın gittikçe bastıran alacakaranlığında ne olduğu ayırt edilemez kunt bir karaltı, o susmuşluğun ortasında zorluklu bir ağır kımıldanışla yürümeye benzer emeklemelerde bulunuyordu. Bu, gölgelerden yapılma bir Santor hayaleti sanısı veriyordu. Ancak iyice yaklaşılınca seçilebildi ki gerçekten biri birine eklenmiş, yarısı insan, yarısı hayvan bir mahluktur bu: Kül edilmiş Çal köyünden, bir uzun boylu ve zeybek dizlikli adam, cesetler arasında bulduğu bir bitkin atın art ayaklarını kendi omuzlarına vurmuş; kendi gidişini de onun ön ayaklarına uydurmuş. Akşam karartısında, içinden çıkılmaz bir bataklıkta bocalarcasına eziyet çekerek o yarı kötürüm hayvanı, önü sıra, bir ganimet mal gibi bu biçim süre ite köylük yerine doğru götürüyordu; kim bilir at belki ileride sağlanıp işe yarar; belki de önündeki güz ekimine çift hayvanı olur diye...

...
Başkumandanın Misafir Kaldığı Ev

Sen iş yorgunluğu ardınca Dumlupınar'ın kerpiç damlarından birinin üzerine kurulmuş odamsı bir çadırda, sıcak bir öğleden sonraki dinlenmenden uyanmıştın... O günler, senin her hareketin insanın gözünde kutsal bir mesele gibi yer ediyordu. Verdiğin bu şerefle o küçücük köy evinin başına, masallarda anlattıkları koca devlet konmuştu. Bununla beraber senin halinde, dünyanın Türkiye'ye bakışını değiştirecek zaferi kazanmış bir başkumandanın, -ışıktan haleler ortasında tahtına yaslanmış bir altın sanem gibi- kurumlu duruşundan bir zerre yoktu! Yaptığı çetin bir ameliyattan sonra yorgunluğunu çıkarmaya bakan üstat bir operatörün sükûneti vardı! İnce beyaz ten fanilenle yol karyolanda bağdaş oturmuştun; kahveni bekliyordun...
Hiç sanılamazdı ki sen oradasın!...
Orası alt katında bir merkep, bir inek ve çoluk çocuk bir arada yaşanan bir köy evi idi; İsa'nın doğduğunu tasvir ettikleri ve Maj krallarının yeni doğan tanrı-çocuğu ziyarete geldiklerini söyledikleri kreşi hatırlatan kerpiç bir küçük ev...
Evet, kimse sanamazdı ki sen öyle bir köy damının üstünde konaklamışsın!
Yollardan, yamaçlardan toplanmış; açlıktan, yorgunluktan ayakları şişmiş; artık taşıyamadıkları küçük çocuklarını merhameten bizim askerlerimiz kucaklarına almış yarı baygın kadın, erkek esirler kâh teker teker, kâh katar katar senin eğleştiğin o köy damına benzer düz dam altlarına doğru getiriliyordu...

...
Huzurunda İki Esir Subay

Gün karartısında senin damının altına yüksek rütbeli iki subay getirdiler. Onlar yer katındaki bir toprak damın toprak döşemesine, -çelik miğferleri, buruş buruş üstbaşları, toz toprak içindeki meşin getrleri ve pençeleri kalın kalın çivili ayakkabılarıyla; diken diken uzamaya başlamış sakalları ile- öyle oldukları gibi yığılıverdiler. Omuzlarını duvara dayadılar. Bir an sonra rahat bir döşekte yatar gibi derin bir uykuya dalmışlardı!
Vaktâ ki gece iyice oldu ve esir subaylar biraz yorgunluklarını aldılar; kendilerine üstünkörü çeki düzen verdiler. Eve dışından çıkılıp inilir bir merdivenden onları senin huzuruna getirdiler.
Sen, bir yanında Fevzi Paşa bir yanında İsmet Paşa, bir petrol lambasının sarı ışığı önünde sefer halinde üç genç subay görünürlüğünde oturuyordunuz; hiç gösterişsiz... Girenler hayallerinden bile geçiremediler ki karşılarındaki sensin; sen, saldırgana pençesini takıp onun ciğerini sökmüş olan kartal; sen, bizim müncimiz!... Ve bir yanında umum erkânı harbiye reisin, inanı bütün Fevzi Paşa; bir yanında da milletin makûs talihini İnönü'de yendiğini söylediğin Garp cephesi kumandanı İsmet Paşa, senin iki kanadın; işte oradasınız!
Ayakta duran ve yüzleri sizlere doğru olan iki esir subay, arkalarındaki ardına kadar açık kapıya şalvarlı, başörtülü ev ve köy kadınlarının üst üste denecek bir sıkışıklıkta birikmiş olduklarını; aralarında onların köy kıyafetine benzemeyen giyimde siyah başörtülü bir şehir hanımının, Halide Edip'in (Adıvar) de bulunduğunu; bütün bu anaların yüzlerinin düşman subaylardan sorulacak hesapları dinlemek için orada heyecanla toplaştıklarını görmüyorlardı!...
Yorgunluklarının imkân verebildiği kadar huzurunda resmi vaziyette dik durmaya gayret eden o iki esir subay, Kızıltaş deresinde gördüğümüz manzaranın dile gelmiş iki yorumcusu, neler olup bittiğini, her şeyin çözülüp dağıldığını; kumandanları General Trikupisi kargaşalık arasında dünden beri kaybettiklerini; generalin ata binip gittiğini; şimdi nerelerde olduğunu bilmiyorlarsa da onun da artık gidecek hangi yeri kaldığını; çamlıklar altında bir yerde düşüp ölmemişse yarın öbür gün onun da bir köşede ele geçeceğini birer birer söylediler.
Sen, bütün bu köyleri, kasabaları neden yakıp yıktıklarını; mazlum sivil halkın, silahsız kadının, masum çocuğun ne günahı olduğun sordun. Esir subaylar sivil halka ve köylere ilişmemelerini askerlerine sıkı sıkı tembih ediyorlarsa da söz geçiremediklerini söylediler!
Sizlerle düşman subaylar arasında, o subayları esir alıp sizlere getiren kumandan Kâzım Bey (Orgeneral Kâzım Orbay) dilmaçlık ediyordu...
O iki subay, anlatacaklarını bitirdikten sonra içlerinden biri senin hangi kumandan olduğunu sordu! Sen: ''Mustafa Kemal'' deyince işittiklerine ve gördüklerine inanamadılar; durakladılar, susakaldılar, bakakaldılar; bomboş boşalmış gibi tekrar aşağı indiler...
Hey Paşam, sen bizlere ne günler gösterdin... O günler öylesine idi ki her sabah uyanınca bakardık, vatan bir gün boyu daha uzamış: Bugün Dumlupınar, bugün Uşak, bugün Eşme, bugün Alaşehir, bugün Salihli, bugün Nif!... Ve günler sarıdan yeşile gidiyor. Uşak'ta servi gördük; beyaz mermer taşlı, üstü sülüs yazılı mezarlık gördük! Yazısız kavruk yosunundan başka süsü olmayan yontulmamış boz renk taşlardan; homurtu ile çiğneyip zorla yutkunarak eriten çakıl tümsekli mezarlardan: Sakarya şehitlerini öğüte öğüte kutsallaşmış ağaçsız bozkır mezarlarından sonra!...
Vatanımızın sürgününden çıkmıştık. Bildiğimiz, yitirdiğimiz, özleyişini çektiğimiz vatan bütünlüğüne doğru: sarıdan yeşile, yeşilden maviye doğru kanatlanmış gidiyorduk!...