ATATÜRK'ü Özleyiş 2 (Ruşen Eşref Ünaydın) -8-

Publié le 17/12/2015 à 15:00 par turnalar Tags : yazi


Evini hazırlayanlar

Bunu, hiçbir aksilik çıkabilmesinden çekinmeden bir düğün evi gibi, kadınıyla, erkeğiyle, seve özene, hizmetinde bulunmayı uğur, şeref sayan İzmir'in yüksek Türk ailelerinin el birliği ile sana hazırlamakta oldukları odalardan anlıyorduk... Onlar, sofranı, oturacağın, dinleneceğin salonları, banyo havlularını; yâverlerinin, refakatindekilerin odalarını bile birer birer kendi elceğizleri ile düzeltip yerleştiriyorlardı...
Ne yemeklerden hoşlandığını, hangi içkileri tercih ettiğini, kahvaltılarında neler bulundurmak âdetin olduğunu, bir kusur işlenmesin diye soruşturuyorlardı. Öğrendikleri sade şeylerden hayrete düşüyorlardı. Mesela şampanya, havyar, viski aramadığını; öyle kaymaklı, ağdalı hamur tatlıları, katmerli börekler sevmediğini; meze olarak mesela şu bildiğimiz kavrulmuş leblebi bulundurulursa hoşlanacağını; üç kaptan fazla yemek yapmamaları tercih olunacağını işittikçe, sözlerinden değilse bile hallerinden, hayrette kaldıkları; o kadar fevkalade bir adama bu kadar alelade yemeklerin az görüleceğinden ve görüneceğinden endişe ettikleri seziliyordu.
Evliyazade Refik Bey'in mi? İplikçizade İsmail Bey'in mi köşkü olduğunu söyledikleri bu güzel villa, bir eşi de yolun öbür köşe başında olan iki inci gibiydi... Pencerelerinden bakılınca insanın gözlerinden gönlüne doğru İzmir, eşsiz alımlılığının bütün ihtişamıyla öyle bir ışıklı meltem gibi vuruyordu ki!.. İnsanın ellerine alası gelen tazelikte bir canlı ve sıcak mavisi olan deniz; bir ufuk gibi geniş bir koy boyunca bir baştan bir başa mermer dizisi gibi uzanmış bembeyaz ve tertemiz, güleryüzlü bir şehir ve arkası gittikçe tepeleşip dağlaşan ve heybetleşen bir zengin yeşillik!..
Gözümü o masmavi deniz, bembeyaz şehir ve yemyeşil ova güzelliğinden, ayıramıyordum!.. O, dün Belkahve doruğundan bu tarafa doğru gördüğünden sana daha muhteşem görünecektir sanıyordum.
Artık pek laubaliliğe düşer bir hususiyet gibi görülebilecektir ama, ne yapayım, o gün, o manzara karşısında içimden geçmiş olan bir düşüncenin ayrılık yıllarında İzmir hakkındaki bir ruh hâletinin samimiliğini açıklayacak olması bakımından burada anlatmaya cüret edeceğim: O pencerenin önünde Osmanzâde Hamdi'ye hak veriyordum. Kendi kendime:
- ''İzmir, hakikaten Nuri Bey eniştemi tanıyamayacak kadar büyükmüş'' diyordum.
Çünkü daha o günden bir ay kadar önce, Osmanzâde Hamdi, beni Buhara yolculuğundan dönmüş görünce, oraların, daha doğrusu Kafkasya'nın ahvâlinden sohbet etmek üzere Ankara'da, Karaoğlan çarşısındaki kahveye nargile içmeye davet etmişti. Kendisi gibi benim de nargileden hoşlandığımı bilirdi...
Sohbette söz, Reşat Nuri'nin Çalıkuşu'na intikal etti. Çalıkuşu, o zamanlar, yeni çıkmıştı. Fevkalade beğenilmişti. Batum'a gittiğim vapurla Kafkasya'ya da gönderilmiş olduğunu Batum kitabevlerinin camekânlarında gördüğüm nüshalarından anladığım Çalıkuşu, Batum'da, bir hafta, on gün içinde tükenmişti; Azerbaycan'a da yollanmak üzere İstanbul'a yeni siparişlerde bulunulmuştu. Ankara'ya dönünce yaverlerinden duydum ki onu sen de pek beğenmişsin.... Kendin de bana:
- ''Aman azizim, Akşehir'de İsmet'in karargâhında onu beraber okuduk. Kitabı elimizden bırakamadık. Ne güzel...'' demiştin ve: ''Kimdir bu muharrir?'' diye sormuştun.
- Tanırsınız efendim. Mütarekede bir akşam Beyoğlu'ndan dönerken benimle birlikte onu da arabanıza almıştınız'' dedim.
- O ince, zayıf genç mi? O mu bu?.. Fevkalâde'' demiştin.
Hem, bunca iş ve yüz arasında bir tek defa gördüğün birini bu kadar teferruatıyla hatırlayacak derecede hafızanın kuvvetli oluşuna bir kere daha hayran kalmıştım; hem de teyzemin oğlunun bir görüşte dikkati çekecek bir zekâsı oluşundan, -yazdığı kitaptan olduğu kadar senin ona böyle bir teveccüh göstermiş olmandan- gurur duymuştum.
İşte, o zaman mebus Osmanzâde Hamdi de İzmir'den bahseder tarafı olan bu romanı okumuş, Reşat Nuri'nin İzmir'i tasvirlerini pek beğenmiş.
Karaoğlan Çarşısı'nda nargilesini tokurdatıyor; elini ağzının üstüne getirerek, ensesini öne doğru eğerek o kendine mahsus kısa gülüşüyle:
''Miyrim, İzmir'i o ne biliştir o!.. Yahu İzmirlilerin çoğu İzmir'i onun kadar bilemez. Orada yaşamış mı bu zat? ... Ne vakit, ne kadar?.. Olur şey değil'' diyordu.
- Yaşadı ya... dedim. Orada da, Çanakkale'de de... Hem yıllarca, çocukluğunun yarısı oralarda geçti... Babası tanınmış bir doktordu. onu bütün İzmir tanır ve sever''.
Sözümü bitirmeye kalmadı... Baktım, o bir an önce gülen Osmanzâde Hamdi öyle bir değişmiş ki, birden alabora olup yelkeni dümeni birer yana savrulan bir sandala dönmüş...
İşlediğim bir günahı yüzüme çarparcasına sert sesle:
- ''Affedersiniz siz... Neden bütün İzmir Nuri Bey'i tanıyacakmış? Nuri Bey kim?.. Siz İzmir'i köy mü sandınız beyefendi?'' diye nargileyi bir yana bırakıp bana çıkışmasın mı?
Şaşırdım. Sandım ki bütün kahvenin önündeki o kalabalık: ''mebustan saparta yiyen bu adam kimdir?'' diye bana bakıyor!.. İnsanın, bir davetlisine böyle muamele edebileceğini daha önceden bir zerre aklımdan geçirmemiştim. O sözü söylemekle ne kusur işlemiş olduğumu bir türlü anlayamamıştım! Osmanzade gibi güler yüzlü, tatlı sözlü bir adamın böyle birdenbire parlar tabiatı olduğunu keşfedememiştim!
Şimdi ne yapmalıydım? Karşılık verip âlemi başımıza mı toplamalıydım? Çünkü görüyordum ki gerçekten hiç yok yere parlamış, surat asmış, susuyor! Nargilemi usulca yanımdaki iskemlemin üstüne bıraktım. onun tarafına hiç bakmadan başımı çevirip gittim!..
Fakat sinirimden, sabaha kadar uyuyamadım. Dostum, benim masum sözümü niçin bu kadar kötüye yorumladı? Eniştemi büyültmekle İzmir'i küçültmüş oluyorum mu sandı? Çalıkuşu gibi bir kitabı okuduğu halde İzmir'in ne büyük bir şehir olduğunu hâlâ kavramamış; coğrafya kitaplarında İzmir'in Türkiye'nin ikinci şehri olduğunu da mı okumamış bir cahile ancak bu muamele yaraşır demek mi istedi?- Anlıyordum ki işin içinde sevgi var. Mübalağa ondandır. Ayrılığı, yüreğini yakan o sevgilinin kadri gereğince bilinmiyor üzüntüsüne düşmüş birinin adap, erkân unutur derecede mübalağası!.. Evet amma ben de Türktüm. Boyunu bosunu daha gözlerimle görmemiş olsam bile o güzelin acısını ben de bir öz evlat gibi ta can evimde duyuyordum!
O günden sonra Osmanzâde Hamdi'ye selamı kestim. Ona yolda rast gelsem başımı öteye çevirir oldum...
Şimdi, bu kavuşma sabahında İzmir'in büyüklüğü ve güzelliği karşısında Karşıyaka'nın bu penceresinin önünde yatışmış ve sevinmiş bir ruhla, kendi kendime: ''Nuri Bey eniştem gerçi çok okumuş, hürriyet için İzmir'de kendi muhitinde için için çalışmış, tanınmış, son nefesine kadar talebe yetiştirmiş, büyük insan ruhlu bir doktordur. Çalıkuşu'nu yazmış olanın babasıdır. Fakat, Osmanzâde'nin hakkı varmış. İzmir gerçekten Nuri Bey eniştemi bir başından bir başına tanımayacak kadar büyükmüş! Bilmeyerek ben de takdir eksikliğinin mübalağasına düşmüştüm'' diye düşündümdü...
O sabahtan birkaç gün sonra İzmir'e gelen Osmanzâde Hamdi'yi Karşıyaka'da gördüğüm zaman bile o sabah içimden geçmiş olanı ona açıklamayı, onu selamlayıp ona tebrikte bulunmayı kendime yediremiyordum.
Aradan yıllar geçti. Ben mebustum; o değildi. Bir gün gene Ankara'da rastlaştık. Ona elimi uzatıp selam verdim:
''- Senin hakkın varmış'' dedim.
O da elimi sıkarak ve eskisi gibi kısa kısa gülerek:
''- Yapma canım! Hâlâ mı o dava'' dedi.
Aziz dostum bu eski şeyi otuz yıl sonra bu kadar teferruatıyla burada tazelediğimden dolayı sakın bana gene gücenmesin!
Benim maksadım İzmir sevgisinin bir İzmir çocuğu yüreğinde yüksek Anadolu yaylasında savaş ve ayrılık yıllarında nasıl hırçınlaştırıcı, nasıl onmaz hasret yarası açmış olduğuna misal vermektir.

...
Ben o pencerenin önünde ve İzmir'in karşısında sigaramın dumanını savurarak öyle, kendi başıma bir zevk ve murâkabe anı geçirirken içeride hanımlar, beyler, durmadan çalışıyorlardı. Sana bu evi, bilsen ne kadar canla başla hazırlıyorlardı: Her bucağını gözlerinden bile sakına sakına ... Kararlaştırmışlardı ki mutlaka bu eve inesin. Çoktandır hasretlisi kalmış olacağın denizin birkaç gün ta yanında yaşayasın; sabahları gözlerini açar açmaz, kurtardığın İzmir'i baştan başa karşında göresin. Sularının fısıltılarını duya duya, pırıltılarını göre göre kahveni, sigaranı içesin; gönlünü tazelendiresin... Koyda martılar gibi bir köşeden bir köşeye gidip gelen beyaz gemilere bakıp ferahlanasın... Geceleri siyah sulara uzun uzun vuran pırıltıları seyredip keyiflenesin!..
İzmir, bununla, bağrında saplı kalmış acı bir hatırasını silsin; hakkın yerini bulduğunu görerek izzeti nefsinin onarıldığını bilsin, saadet duysun... Çünkü, yabancı kral İzmir'e geldiği vakit aşırı takdisler ve taşkın gösterilerle bu eve indirilmiş... Bu, Türk İzmir'in bağrına saplı ukde kalmış... Şimdi amaç ediniyorlardı ki Kudûmunla orası arınsın...
Ne vakit teşrif edeceğini bizlere soruyorlardı. Kesin bir şey söylemiyorduk. Çünkü, dün akşam bu şehre giren süvari zabitlerimizle ve büyükleriyle görüşmelerimizden şu düşünceyi ediniyorduk ki İzmir gibi geniş yerde henüz piyade ve topçu kuvvetleri gelip yerleşmeden, inzibat sağlanmadan teşrifin erken, tehlikeli, imkânsız olur... Bunun için en azdan daha dört beş gün beklemek gerek...
Karşıyakalılar ise o evde, sen hemen yarım saat sonra gelecekmişsin gibi, telaşlı çalışıyorlardı.

...

Gördüklerimizi, duyduklarımızı sana arzetmek üzere, bir de Nurettin Paşa'ya önceden bildirmek ve düşüncesini almak için hemen otomobilimize atladık. Karşıyaka'nın sevgi gösterileri içinden neşe ile aşıp gene, uzaklı yakınlı silah sesleri, kurşun vızıltıları akseden tenhalıklara daldık. Bir an önce Nif'e varabilmek için otomobili hızla konağa doğru sürdük.
Hükümet meydanında olağanüstü kalabalık gördük... Gördük ki halkın galeyanı yeniden yeniye perde perde yükselmektedir!.. Arabamıza güç yol açtırabildik. Konaktan içeri girdik. Baktık, alt katın avlusunda da olağanüstü bir gelen giden birikintisi var!..
Yukarı sofaya çıktık. Sabahleyin boş bir meydan gibi sessiz bıraktığımız sofada şimdi yüz kişilik mi? Daha çok kişilik mi? Bütün o koca meydanı boydan boya kaplayacak büyüklükte bir sofra kurulmuş.
İzmir'in tertemiz giyimli kibar aile delikanlıları sevinç ve saygı içinde koşuşarak kahraman misafirleri ellerinin emeğiyle ağırlamaya can atıyorlar.